Evet, başlayalım lütfen, fazla vaktim yok. Hatta sizden tek bir soru kabul edeceğim. Sizin gibi genç bir gazeteciyi kırmamak için buraya geldim. Beni takip ediyorsanız iyi bilirsiniz ki bugüne dek ne basında fotoğrafım yer aldı ne de cümlelerim ortalıkta gezindi. Tabii bu benim kendi tercihimdi. İsteseydim ben de bilirdim ahkâm kesmeyi. Hani şans size yardım eder, bir yerlerde bulursunuz kendinizi de sonra topluma akıl hocası kesiliverirsiniz. En sonunda da herkesi kendinizi ve hayatınızın her gelişmesini izlemeye zorlarsınız.
Tabii şans olduğuna inanıyorum. En azından büyük bir kısmını şans ile açıklayabiliriz. Yoksa o kadar azimli, yetenekli ve alabildiğince çalışkan insanların bir yerlerde un ufak olmasını başka ne türlü açıklarsınız? Küçük hanım, beklediğimden de zeki çıktınız. Hadi ama tek soru hakkınızı kullanın. Daha fazla hileye başvurarak beni konuşturmayın. Bu arada sizden ricam Arven Hanım demeyin bana, resmiyeti fazla sevmem. Hatta bir gazeteci, “Sayın Arkay” diye söze başladı diye evimden kovmuşluğum vardır. Tuhaf olmayı göğsümde rozet gibi gururla taşırım.
Ah, bu soru… Gerçekten dersinizi iyi çalışıp gelmişsiniz Vera. Beni etkilediniz, itiraf etmeliyim. Yetmiş yaşını büyük bir teslimiyetle karşılamış bir kadın olarak hayatımda rutine dönüştürdüğüm prensiplerimi sizin için yıkacağım. Umarım derginizin özel sayısında bu alışılmadık çıkışım basıldığında sevdiklerim mezarımdaki çiçekleri suluyor olur. Yok, karamsar biri değilim. Ya da ilgi budalası… Sadece bana yakışır bir final olur gibi bir hissiyata kapıldım. Söylediklerim şu an size kibir gibi gözükebilir lakin söyleyeceklerimi duyana kadar bekleyin lütfen.
Hayır, beni övmeyin rica ederim. Bu sözleri o kadar çok duydum ki artık her iltifat yaldızlı bir örtü gibi görünüyor gözüme. Bu örtünün yaldızları dökülmeye hazır! Bu örtü beni boğuyor. Tevazu gösterme çabası gütmüyorum. Sorunuza dönmeliyiz. Hâlâ hayretle gülmek geliyor içimden. Bir soruyla o duayen gazetecilerin bile beceremeyeceği bir şey yaptınız; öyle bir cevap istediniz ki… Ben de bu cevabı tüm kalbimle size bağışlayacağım.
Dişiliğin anlamını bilir misiniz Vera? Hani duyduğunuzda size olumlu çağrışımlar yapar. Çünkü aslında doğanın düzeni dişiyi korumak üzere oluşmuştur. Dişi, soyu korur. Canlı fark etmeksizin. İnsanoğlu ezelden beri kendisini şuna inanarak kandırmıştır: Soy babadan gelir. Hayır, anne soyu seçer. Bakın hayvanlara; onları daima dişilerini yüceltirken görürsünüz. Dişi kuş dansını beğenmediği erkek kuşa sırtını döner uçarak oradan uzaklaşır. Dişi aslan, erkek aslanların dövüşünü izleyerek hangisini seçeceğine karar verir. Yavrularının hangi erkeğin soyundan ve kanından devam edeceğini içgüdüleri ile belirlerler. Sonra yuvayı dişi kuş yapar sanırsınız değil mi? Hayır. Erkek kuş çalı çırpıları özenle taşır, dişiye yuvalarının tasarımını beğendirmeye çalışır. Oysa bu hayvanlar âleminde böyleyken, insan dünyasında çok farklı cereyan eder. İşte, öncelikle o dişiliğin mahlûkatlar arasında bambaşka anlamlara geldiğini bana öğreten on iki yaşındaki kızdan bahsetmeliyim size. Çünkü beni etkileyen, ruhumun bir parçasını sonsuza dek değiştiren ilk dişi buydu. Bu kız gözünü etrafa çevirdiğinden beri çiçeklere büyük bir zaafı vardı. Evleri kerpiçten yapılma, bahçesiz, çiçeksiz ve bol rutubetliydi. Ama evlerinin yakınlarında küçük bir koruya giden bir patika keşfetmişti. Bu patika, annesinin başına yıktığı kendisinden büyük ev işlerinden, babasının dayaklarından fırsat buldukça kaçtığı bir huzur sığınağına dönüşmüştü. Ter içinde ıslanan saçlarına aldırmadan türlü türlü çiçekler toplar, ormanın esintilerini morluklarına sürer ve mavinin sonsuzluğunu içine sığdırmış gökyüzünden yeni arkadaşlar dilerdi. Babasının, “Kız kısmının ormanda ne işi var,” demesi onu ancak küçük cennetinden bir iki hafta uzak tutabildi. Kaçmayı çok küçük yaşta öğrenmişti nasıl olsa. Annesinin sevgisizliğinden, kardeşlerinin keşmekeşinden, babasının zulümlerinden… Sonra bu kız, bir sabah kanlı bir çiçekle tanıştı. Yeni sırrı bu oldu. Vücudunun başkalaşan parçalarını seziyor ama aynı kaçma içgüdüsü bu sefer daha ciddi bir hayatta kalma refleksi ile tetikleniyordu. Fakat neyden ya da kimden kaçması gerektiğini kestiremiyor, elinden sadece aynalardan kaçmak geliyordu. O gözlerini yalnız ve yalnız çiçeklere çevirirken amcasının oğlu tomurcuklanan başka iki çiçeği bir avcı edasıyla fark etti. Ve ceylan, bir ağaç dibinde aşağıların aşağısı olma karanlığını içinde barındıran insanoğlunun nezdinde, dişiliğin anlamını öğrendi. Hanesinden kovularak rezil bir çöp poşeti bırakır gibi çocuk esirgeme yurdunun kapısına terk edildi. Bir gün bile sevilmediği evinden… Gözlerinde hiç unutamadığım buz gibi bir ifade: “Kendini korumak zorundasın. Çünkü sen bir hayvanın değil, insanın avısın.” O günden sonra bir kere bile çiçek resmi çizmedi. Bir kere bile bir buket çiçeğe başını çevirip bakmadı.
Kanıtlanamadı. Görgü tanığı yoktu. Adli inceleme bile yapılmadı. Bu aileler, örtbas ederek ormanlarında hayatta kalırlar. Amca varlıklıydı, amca sahipti. Küçük kız ise evde kendisinden daha bir sürü daha bulunan bir paçavra. Eksikliği asla hissedilmeyecek, varlığı ise -şimdiden belli olduğu üzere- bela olacak bir dişi!
İkinci kadına gelirsem, bu sefer sizi yirmili yaşlarını sürmekte olan hırslı, azimli ve sevecen biriyle tanıştıracağım sevgili Vera. İstanbul’da tek başına yaşayan bir öğrenciydi. Nazım Hikmet’le yolları, “Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan / ben vatan hainiyim / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla / Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” şiirinde kesişti. Ruhu açlıkla şiirlerini içmeye koyuldu. Yazarak, okuyarak veyahut düşünerek. Bizim ülkemizde kötülüklerin hep acelesi olur. Biri yapılmalı ki diğerine de sıra gelsin. İşkencelerle, açlıkla, susuzlukla yirmili yaşlarını tüketmeye başladı. Altmış iki gün sonra gökyüzüne kavuştuğunda bitkin ve yenik şekilde önüne baktı. Bedeninin, fikirlerinin ve hislerinin kendisine ait olmadığının en acı yoldan öğretildiği o günlerin sonunda herkesin dokunabileceği, ulaşabileceği bir varlık olduğu gerçeğinin yarattığı öfke ve acizlik kanını zehirlemeye başladığı an karar verdi: Önüne konulanları kabullenmek ve rahat bırakılmak istedi.
Özgürlüğü, terörist yaftasını boynuna asmakta buldu.On iki yaşındaki kızdan adaleti, yirmi yaşlarındaki kızdan özgürlüğü böyle öğrendim işte. Yara izleri, bana hayatımda gideceğim yönü gösterdi. Kim bilir belki o pes eden kızın gözlerindeki ölgünlüğü görünce hukuk okumaya karar verdim. Ülkenin en çok bilinen kadın hakları savunucusu avukatın doğum anıydı belki de o an.
Teşekkür ederim, sanırım uzun zamandır bu kadar konuştuğum bir zaman dilimi olmamıştı. Konuştuğum zamanlar mutlaka çay ararım ama suskun zamanlarımda suyu bile unuturum. Biraz soluklanmalıyım güzel Vera. Bu yaşlı kadını faka bastırdınız. Kısacık bir zaman dilimini cebime koymuş gelmiştim. Sizse bir ömrü kuşattınız. Belki de bana birini anımsatıyorsunuz. Kırklı yaşlarında tanıdığım bir kadını. Sizin gibi, insana altın buğdaylara baktığı hissini veren kahveli gözleri, bir de ona bebeksi bir hava katan çene gamzesi vardı.
Evet, nasıl da bildiniz? Sırada hatırıma düşen bir türlü belleğimden silinmeyen, hayat boyu beni etkisine almış bir diğer kadın. Bu kadın kocasına sırılsıklam âşıktı. Üstelik dünyalar güzeli de bir kızları vardı. Dışarıdan bakıldığında hani şu tablolardaki mutlu ailelere benziyorlardı. Huzurları çevrelerindeki herkese bulaştığından dostları masalarından hiç eksik olmazdı. Uzun yaz gecelerinde okudukları kitaplardan alıntılar yapar, sonra içlerinden birinin çaldığı bir enstrümana eşlik edecek güzel sesli biri buluverirlerdi. Hayatlarında her şey olması gerektiği gibiydi. Herkes olması gerektiği yerde dururdu. Bir ev çizmişti; kapısını güvenden, pencerelerini sağduyudan ve çatısını aşktan inşa etmişti kadın. Fakat bir gün bir şey oldu. Kocası betonarme bir binadan çimento numuneleri almaya başka bir şehre gitmişti. Başka bir kadınla aynı yatakta depremin yıktığı binanın enkazında kalıp can verdi. Kadının da inşa ettiği ev üzerlerine yıkılmıştı. Anlaşılan kocası mesleğinde yaptığı usulsüzlükleri, hileleri kendi yuvalarında da aynen uygulamıştı. Kadın o gün ihanetin her anlamını öğrendi. İhanetle ölümün eş değer olduğunu okumuştu gençliğinde bir yerlerden. Ama hayatının aşkı, ona ölümün güzellemesini içine sinecek kadar etkili bir müsamereyle sergilemişti. Kadın anladı ki hatıraları ölüm silmiyordu. İhanet karartıyordu. Ölümü kucaklamayı da ölüm korkusunu enkaz altında bırakmayı da o başak gözlü kadından öğrendim.
Bana bir saniye izin verin. Bakın, ellerim titremeye başladı. Lütfen bana bir bardak su uzatır mısınız? Bu bahsedeceğim kadın… Hani sorunun başına dönersek, hayatınıza etki eden önemli kadınlar… Onların arasında hiç varolmadı aslında. Ölümle barışmış o kadından sonra, elli beş yaşında bu kadın her şeyi yıkmaya geldi hayatıma. Karanlık oldu, kötülük oldu, her şey oldu ama hiç mevcut olmadı. Bir metre yetmiş beş santim bir mezarın karşısında onunla yolumuz kesişti. Başındaki kara şalı omuzlarına kadar kaymış, bir tutam beyaz saçı alnına pervasızca dökülmüş, kucağındaki bembeyaz kasımpatılara ayakta durmasına yardım edecekler gibi sıkı sıkı tutunmuş, suratında donuk bir ifadeyle gözleriyle toprağı delip kızına ulaşmaya çalışıyordu. “İnsan çocuğu ölünce tarihten silinir mi?” diye sordu bana. Cevap beklemeden, “Silinmeli. Rahminde büyüttüğün toprağın altında çürürken artık hiçbir şey merak etmemeli, öğrenmemeli ve var olmamalı.” Anneliği de artık hiç varolmamaya karar vermiş bir kadının ölüden daha soğuk ellerini hissettiğimde tecrübe ettim. Annelik, yürekte yakılan kocaman bir şenlik ateşiymiş de rüzgârın değmesi bile içini zifiri bir kül etmeye kâfi gelirmiş.
Hiç sesinizi çıkarmadan dinliyorsunuz beni. Sizi sıkıyor muyum yoksa gerçekten kadınlarım etkiledi mi genç ruhunuzu?
Evet güzel hanım, belki de dinlerken farkında bile olmadan önemini idrak ediyorsunuz. Bu sözlerin ve bu hikâyelerin dilimde ilk kez can bulmasının ağırlığını hissediyor musunuz? Ruhunuzdan gözlerinize yansıyan o ışık beni ikna etti; sizi seçmek konusunda doğru bir karar almışım demek. Ama artık sona geldik. Bu kadınların her biri tek tek beni eksiltti, sonra yeniden çoğalttı. Bilmediğim köşelere çarpıp savurdu. Ama biri vardı, o kişi hepsinin aksine beni tamamladı. Onu bulduğumda anladım ki artık eksik cümlem kalmadı. Bana dair yarım olan hiçbir şey yok. Yaşamın anlamını bana o altmış üç yaşındaki kadın tattırdı. Unuttuğum şeyleri o bana hatırlattı. Her şeyle kavga etmenin değil, barışmanın huzurun özü olduğunu kanıtladı. Bütün bu kadınları çürüdükleri yerlerden taşıyıp onlara en güzel mezarları o yaptı. Mezarlarını çiçeklerle süsleyerek her birinin başucuna bir defne ağacını mezar taşı yaptı.
Bir bahar görmenin bin kışı unutturma gücüne sahip olduğunu da şu buruşmuş elleri tir tir titreyen kadına öğretti. Çünkü kadın demek tohum demekti. En çetin kıştan sonra bile çiçeklenirdi kadın. İşte o bilge kadın bunu armağan etmeseydi bana hapis kalacaktım.
Ah, nerede mi hapis kalacaktım? Zihnimde hapis kalırdım. O hikâyelerin içinde, puslu bir geçmişin derinliklerinde yitip giderdim. Bir yaşlı için zihinde esaret içinde kalıp ölümü beklemenin ne kadar korkunç bir son olduğunu hayal bile edemezsiniz.
İsimleri mi? Ne fark eder sevgili Vera? Ayşe, Keriman, Zeynep, Azize, sen, ben… Kadın! Hepimizin hikâyesi bu aslında. Biz kadınların adını anlatan hayatlar…
Peki, madem ısrar ediyorsunuz, bir şartla istediğinizi vereceğim size. Yazı dizisinin başlığına, “KADININ ADI VAR” yazacağınıza söz verin bana!
İşte, şimdi oldu güzel Vera! Bu sözünüzle bana gönlümdeki mezar taşını hediye ettiniz, minnettarım! Bir ömrü buna adadığımı tereddütsüz şekilde söyleyebilirim. Elinize kalem kâğıt almaya telaş etmeyin. Çünkü bu kadınların hepsinin tek bir adı, tek bir soyadı
Commentaires