top of page

bulutların üstünde - dilan özdemir


            Bir süredir evsiz ve de barksızım. Başımı soktuğum, geceleri kapısını kilitlediğim, havalar ısındıkça balkonunu yıkadığım, mutfağında yemekler pişirdiğim bir yer var, evet. Onu başkasıyla paylaşmadığım için de ilk bakışta benim olduğu düşünülebilir. Üstelik aydan aya onu benden, beni de ondan ayırmasınlar ve içine yerleştirdiğim eşyalara zeval gelmesin diye tanımadığım bir adama bir miktar para yolladığım da doğru. Ama bu beni evli barklı yapar mı? Ben pek öyle hissetmiyorum nedense. Hem “ev” tamam da “bark” nesi oluyor bu ikilemenin? “Barınak” ile bir alakası olabilir gibi geliyor ilk elden. Araştırıyorum sonra; ev ve yuva anlamlarına geldiği söylenmiş. İkileme halinde kullanıldığında “aile”yi imler diyenler var. Biliyor musunuz bence zorlasak bunu İngilizcenin fiil “bark”ı ile daha çok ilişkilendiririz. Ev-barınak-havlamak. Herkesin kendi çöplüğünde öttüğünü söyleyen o söz neydi? Bununla bir alakası var mı? Aslında yok. Ama değil mi ki meydan bizim, istersek onu da çağırabiliriz. Zaten bir elde kalem oldu mu diğer elle bin türlü şeyi birbirine iliştirip hiçbir yere varmayan labirentler yaratmak çocuk oyuncağı. Her neyse. İnsanlığı, bir şekilde bir yerlerde inşa ettiği ya da edilmişlerin içinden seçip barınağı kıldığı kutularda havlayıp dururken düşünüyorum ve ev bark buradan geliyor diyorum. İkilemenin ilk ayağı “ev”, insana yuvayı hatırlatan, sarı sıcak bir battaniye hissi verirken “bark”, onca yakınlaşmanın olduğu kutuların içinde battaniyenin her zaman temiz ve sıcak kalmayacağı; bazen oradan oraya savrulacağı, dişlenip yırtılacağı anların da haberini veriyor gibi. İkilemenin tamamının aile manası taşıdığını söyleyenlere gelince… Eh, doğrudur. Bir aile nerede nasıl olursa olsun ayaksız ama taştan, tuğladan daha sağlam bir barınaktır ve her zaman o kadar da sıcak değildir.

            Ben neden başımdaki çatıyı, beni komşularımdan ayıran ince duvarları, pembeye çalan sarı ışıklarını, göğsünü dağlara vermiş balkonunu ev belleyemedim bilmiyorum. Önceden yeşil çerçevelerle süslediğim etaminlerim, tablolarım, aile yadigârı fotoğraflarım patpatlara sarılı halde huzur uykusundalar yatakların altında. Ne gelenlere şölen ne bana dost oluyorlar. Tozlanmıyorlar da ama. Rahatları yerindedir zahir. Asılacak çok münasip duvarlar olmasına rağmen bir türlü buna gerek görmüyor, burayı bana ait bir yer yapmamak konusunda nedense ısrar ediyorum. Beni anlamış olacaklar ki seslerini çıkarmadan onları yatağın altından çıkarıp renklerine, ebatlarına bakmadan karışık kuruşuk asacağım o asıl duvarı bekliyorlar. Bak; şimdi de ya biz onları seyirlik eşyalar zannederken asıl onlar bizi izleyip keyif alıyorlarsa diye düşünüyorum yazıya ara verip iyi mi… Eşyanın ruhu olmadığını söyleyenler halt ediyor. Eşyanın hayatı bile var, belki bizim figüranı olduğumuz. Ne saçmalıyorum? İşte, artık daha fazla böyle saçmalamamak, insan içine karışmak; vücuduma, aklıma ve ruhuma hayatta olduğumuzu hatırlatmak için bir bilet alıyorum. Valizimi hazırlıyorum sonra.

            Yolculuk. Yolcu-luk. Son eki ayırınca hayatın bir yolculuk olduğu söylemi o kadar da klişe gelmiyor. “Oyunculuk yapıyorum,” demek gibi bir şey. “Yolculuk yapıyorum. Yolcu gibi davranıyorum yani. Hayatı bir yolcu olarak tamamlayabileceğimi zannediyorum.” Bir yerde kalakalma ve köklenme ihtiyacı bu cümlelerin hangisinde, neresinde belirecek acaba? İnsan onu fark edecek mi yoksa yoluna çıktığını görmediği bir sıradan otu ezer gibi üstüne basıp geçecek mi? Otun da bir yolculuk misyonu olabilir üstelik. Ne yani? Yolun bile diğerinden üstün gelmesi mi icap edecek?

Yolun, yürek ve yürümek kelimeleriyle aynı kökten geldiğini okumuştum bir yerde. “-yori” kelimesinden geliyor olabilirmiş. Yolunu yüreklice bir yürümekle tamamlayan sıradan otların yoldaşıyım öyleyse ben! Durarak ve dik durmaya çalışarak yürümek onlarınki. Durmak hangi anlarda bir yürüyüş olur? İlerlemek gerekir mi? Etrafından sürekli birileri gelip geçiyorsa duran özne yol tüketenin kendi olduğu yanılsamasını yaratabilir mi? Yaratması gerekir mi? Ben bu yazıya neden başladım? En son valiz hazırlıyordum. Bu seke seke şakıyan zihnimi de valize tıkıvermek istiyorum. Bir yerleri fermuara sıkışsın da orada da şımarmasın en azından.

            Tüm işler, kontroller bitip ben sırtımı havalimanının pek rahatsız soğuk oturaklarından birine verdikten bir süre sonra bir kadıncağız ilişti gözüme. Yalnız benim değil, oradaki büyük çoğunluğun belki de. Önce ortalıkta koşuşan çocuklara şirinlik eden bu kutuplardan basık ekvatordan şişkince şirin mi şirin kadıncağız çok geçmeden çocukların peşine takılıyor, koşanları yakalıyor, saklananları ebeliyordu. Şirinliğiyle ailelerin bile gönlünü kazanan bu kadının tuhaf davranışları hiçbir anneyi endişelendirmemiş olacak ki onlar da çocuklarının beraber vakit öldüreceği bir arkadaş bulmasından istifade kahve içiyor, dinleniyorlardı. Yürek ısıtan bu anlara kayıtsız kalamayan daha başka insanlarla da çok kısa sürede yakınlaşıp şerbetli bir sohbet kuran bu kadın üstüne bir de sorduğu sorularla yanaklarının alına al katıyor, adeta gelip beni şöyle bir sarıverin diye bağırıyordu.

            “Tuvalet ne tarafta? Gitmeyecem de uçagtagini görem dedim.”

            “Şordagi dügganlar epeyi pahalıymış didiler. Oturmam ama canım da çegmedi Allahtan.”

            “Havalimanında da guş mu olurmuş? Rabbim ganat vermiş agıl vermemiş. Bir bildiği olacak. Şuncacıg uçup gitmez. Bize de agıl vermiş ganat vermemiş. Bana sorsalar ganat dirdim.”

            “Çocuglara sordum. ‘Ane’ dediler, ‘uçag galgdı mı için gözlerine vuracag. İndi mi de zıplayacan yerinde, gorgma.’ Gorgmam didim ya gat gat giyindim üstüme ki ağırlıg etsin.”

            “Şimdi insanlar güçüg görünür camlarından. Galgtı mı da dünya güçülür gari.”

            “Havadayken bişe mişe olur da asılır galır mıyıg gi acaba?”

            “Hostes hanım gızlar her şeyi bilirmiş dediler. İçim rahat bir şey olmaz bize havada galsag da. Ayıptır dimesi sidigten su yaptıgları doğru mu?”

            Allahtan uçakta ona koltuğuna kadar eşlik eden hostu damadı yapacak kadar geniş zaman bulamadı da biz de kardeşimizin düğününe sevinir gibi alkış kıyamet tutturmadık uçakta. Onu bile yaptırırdı bu kadın şu çınlayan sesiyle çünkü. Host oğlan pilota, “Sür kaptan uçağı müstakbel zevcemin yanına! Herkes de davetlimdir,” derdi de hiçbirimizin sesi çıkmazdı. Kim istemez bu anaç bal köpüğünün elinde halaya girmeyi? Benim önümde, onun gibi hoş sohbet iki kadının arasında oturdu da konuştuklarını takip etme zevkinden mahrum kalmadım. Çaktırmadan öne doğru eğilip konuşmalarına kulak kabarttım. Öğretmen olacakmış bir kızı. Oğlanlardan biri de baytar. “Ane” diyormuş, “İnsandan evladır hayvan. Derdini anlatan insanı eyi etmek kolay, gel bir de ağzı var dili yok ineği anla hele. Niçin titrer bacakları? Sütü pıhtılanmış, neye?” Sütçü bile vurmazmış beygirine geçerken oğlanın kapısından. Küçük oğlanın okuması yokmuş. “Sanmam bir şey çıgsın ondan,” diyor. “İyi oldu. Eve bagacak biri de lazım ıdı.”

            “Sen niye gidiyorsun Ankara’ya? Yakınların mı var,” dedi yanındaki kadın.

            Bizimki durdu. Sustu. Yüzü düştü birden. Yanaklarındaki al sarıya çaldı.

            “Hee,” dedi, “anam hasta. Ölür belgi diye.”

            Üçü de sustu. Ben, yapabilsem, uçağın geri kalanını da susturmak isterdim. Saçlarına dokunmak, yanaklarını sevmek istedim. İyi olacak, meraklanma. Hasret giderirsiniz. İyileşir sonra o. Evine gönderir seni. Tavukların, horozların vardır; bostanın vardır senin. Çocukların okulu var. Kimse ilgilenmez. Seni bekler bağ bahçe işleri de.

            “Fena mı ettim bilmem,” dedi birden.

            “Ne için?”

            “Unuttum ya anamın öleceğini. Çocuggenden beri uçmag isterim. Çog sevindim de anamın öleceğini çıgardım aglımdan ya.”

            “Yel alsın ağzından. Rabbim acil şifalar verecek inşallah. İyi haberlerini alır yine binersin uçağa. Evine gidersin bu defa.”

            Uçak gürültülüce hareketlenmeye, sonra havalanmaya başladı. Yukarılara çıkarken çok şeyleri geride bırakıyormuş, böylece üstesinden geliyormuşum gibi hissettiren bu oyunbaz duygunun pençesinden onun sesiyle sıyrıldım yine:

            “Bulutların mı üstündeyiz?”

            “Evet.”

            “Anama dirim meraglanmasın. Ben gördüm, her yer bembeyaz idi. Guş dediğin cennete yoldaş idi.”

            “…”

            “Ne yapam? Çog isterdim uçmayı. Unuttum anam öleceg.”

            Sesinde hâlâ çocukça bir heves, bakışlarında başını oradan oraya çevirdikçe gördüğüm bir merak ışığı vardı. Büyümemiş bir çocuk bu en mutlu hatasını annesine cenneti muştulayarak telafi etmeye gidiyor. Unutmuş anası ölecek. Ne yapsın… Aramızda ayakları gerçekten yerden kesilmiş bir o var.

67 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page